Sanırım bütün dillerde var; en azından benim bildiğim dillerde var. ‘Ben’ ve ‘Kendim’; ‘Moi’ ve ‘moi-meme’; ‘me ve ‘myself’; ‘ya’ ve ‘ya sama’; ‘yo’ ve yo mismo’ …
Dilimizde bile iki farklı olgu olarak yaratılmış, Ben ve Kendim. Sanki aslında birbirinden ne kadar farklı şeyler olduğu biliniyormuş gibi… Peki neden bu farklılık?
Neden ‘Ben’ dediğim zaman, kendimi ifade etmiş olamıyorum ya da ‘Kendim’ diye ifade ettiğim kavramın içinde ne eksik kalıyor da bir de ‘Ben’ diye bir kelime – kavram çıkarmışız?…
Bebekler doğup yavaş yavaş ‘kendilerini’ bulmaya başladıkları 1.5-2 yaş itibariyle her şeyi ‘kendileri’ yapmak isterler. Kendileri yemek yemek, kendileri yürümek, kendileri giyinmek isterler…Hep ‘Kendim’ derler. Aslında bunu içten gelir bir şekilde hiçbir kuralı kaideyi gözetmeden söylerler. Peki biz (yetişkinler) ne yaparız? ‘Ben’ giydiririm seni (senin nasıl giyineceğini ben bilirim sadece, sen bilemezsin), ‘ben’ yediririm seni (sen bilemezsin), ben yürütürüm seni…
‘Kendim’ diye çırpınan bedene ‘Ben’in daha iyi bildiğini anlatırız.
Ve böylece ‘Ben’in ‘Kendisi’nden’ daha üstte olan, daha üstün olan ve her şeyi daha iyi bilen bir varlık olarak öğretmiş oluruz.
Halbuki farkında değiliz ki, asıl bizim onlardan öğrenecek, daha doğrusu hatırlayacak çok büyük bir hazineye sahipler; ‘kendi’lerine! Ve biz onların bu hazinelerini ellerinden alıyoruz. Aynen bizim de alındığı gibi…
‘Ben’ ve ‘kendim’ diye iki ayrı kavram var. Konuştuğumuz dillerde de; yaşadığımız hayatta da…
Ben gidiyorum, ben yapıyorum, ben alıyorum…
Kendine iyi bak, kendimle baş başa kalmak istiyorum, kendine gelmek…
Bir de ‘kendim’ için ‘Can’ diye ayrı bir kavram daha kullanıyoruz; ‘canım sıkıldı’, ‘canım acıdı’ ‘canım istedi’ diyoruz… Bunların hiçbirini ‘Ben’ bilmiyor. Ben’in canı sıkılmıyor, ben’e iyi bakmak nasıl olur, bilmiyor.
Bir dualite içinde yaşıyoruz. BEN ve KENDİM diye iki ayrı kavramla.
Peki bunun farkında mıyız, farkındaysak ne kadar farkındayız?
Kendim’e soruyorum: “Neden bu kadar derinlerdesin, neden seni bu kadar zor duyuyorum, bulmak için uğraşıyorum?
“Çünkü çok kıymetliyim, beni bulduğunda hayat bambaşka bir hale geliyor” diyor.
“Peki ‘kendilerini’ daha erken bulanlar, keşfedenler” diyorum
“Onlar da ‘Beni’ bulamıyorlar” diyor.
Ben ve kendim tam anlamıyla bir dualite aslında; ama bunlar TEK. İşte bu ‘teklik’ dengeyle geliyor! Her şeyde olduğu gibi… Yin Yang, gece-gündüz, güzel-çirkin…
Gece var ki gündüzü görebiliyoruz; çirkin var ki güzeli fark edebiliyoruz. ‘Ben’ var ki, ‘Kendim’ bu fizik dünyada var olabiliyor, bu fizik dünyanın ihtiyaçlarına cevap verebiliyor! Bu dünyada ayakta kalabilmek için ‘Ben’e ihtiyacımız var. Ama ne zaman ‘Ben’, ‘Kendim’in önüne geçiyor, dengeyi kendi lehine bozuyor o zaman ‘Kendim’ derinlere kayboluyor, sesi gittikçe kısılıyor ve yok olmaya yüz tutuyor… Aynı gündüz olmayan geceler gibi…
Peki neden ‘Ben’, ‘Kendim’in önüne geçiyor, neden bu dengeyi kendi lehine bozuyor, oyun bozanlık ediyor? ‘Ben’, ‘Kendi’ sesini; çevresindekilerin sesinin fazlalığından dolayı duyamamaya başladığı zaman, sadece çevresindekilerden gelen talimatları yapan bir robot haline geliyor. Çevresindeki seslerin söylediği, yapmasını istediği, olmasını istediği bir robot… İşte ‘Ben’ etrafındakilerin, ‘toplumun’ yaratmış olduğu bir varlık olarak ortaya çıkıyor ve bu yaratılan varlığın aslında ‘Kendim’le hiçbir alakası kalmıyor. Toplumun ihtiyacı ne yöndeyse bu ‘Robot Ben’ de o yönde şekilleniyor, büyüyor, yaşıyor, çalışıyor, ölüyor. Manipüle edilen bir ‘Ben’ haline geliyor. ‘Kendisi’ni duyamadan, dinleyemeden, kendine gelemeden…
Kendimi tanımak, kendimi dinlemek, kendimi duymak, kendimle uğraşmak, kendimle baş başa kalmak, kendimi kaybetmek, kendime gelmek… ‘Kendim’le ilgili kullandığımız kelimelere, cümlelere, deyimlere baktığımızda hep bir arayış içinde olduğumuzu fark ediyoruz. Aslında çok da iyi bildiğimiz bir şeyin arayışı içinde…